Senin ve benim kaçırılmış bağlantılardan oluşan bir mazimiz var. Yıllar önce, mekiğin fırlatılırken elveda demek için aradığında benim uçağım Zürih’e iniyordu. Aktarma yapmış, Frankfurt’tan yeniden yönlendirilmiştim. Bu yüzden sesli mesaja düştün. Yapabilsem cevaplardım ve sana iyi şanslar dilerdim, her ne kadar bensiz bir hayat istesen bile. Europa’yı [1] senin gibi görmeyi hiç başaramadım; sadece Avrupa, ilk kocamla tanıştığım yer. Sen olmanı dilediğim adam.
Mesajını dinlediğimde,
mutlu olmana sevindim; evet, boşanmamız sırasında bile daima mutlu olmanı
istedim. Alpha Centauri’ye seyahat ettiğini, zamanın aramızda bir portal gibi
genişlediğini düşündüm. Kafamda ağır çekim bir film gibi canlandırdım. Kırk yıl
içinde geri dönecektin. Ben altmış dört olacaktım, sen ise yalnızca benim yarı
yaşımda.
Mesajını haftalarca sakladım, ta ki yanlışlıkla silene kadar. Sembolik hissettirmişti. Ayrıyken daha mutlu oluruz diye düşündüm kendi kendime. Ama “ayrı” her zaman bizim bağlantı şeklimizdi. Kelime bizi birbirimize göre tanımlıyor: biri olmadan diğeri ayrı olamaz.
***
Einstein, dert edindiği
bir aynayı düşünerek on yıl geçirdi. Eğer ışık hızıyla hareket ederken bir el
aynasına baksaydı kendi yansımasını görür müydü, görmez miydi? Vampirliği veya
yüksek hızlarda çatlayacak kalitesiz aynayı bir kenara koyarsak, cevap görmesi
gerektiğidir. İzafiyet, bir referans noktan yoksa ne kadar hızlı gittiğini de
söyleyemeyeceğin anlamına gelir.
***
Kendimi bildim bileli
birlikteyiz. Sacramento banliyölerinde koşuşturan çoluk çocuk. Senden
hoşlanmıştım çünkü bir kızla oynardın. Herhangi bir oğlandan daha hızlı
koşardım, daha sert dövüşürdüm ve daha sert vururdum ve bunun farkındaydım. Bayrağı
Ele Geçir [2] oynadığımız ve benimkini bulamadığın zamanı hatırlıyor musun? Bir atık su
borusunun içine tıkıştırmıştım. Köşesini hala görebiliyordun. Yine de sayılır.
Ben komşu kızıydım; güvenli,
güvenilir, istenmeyen. On üç yaşımdayken, sen de on altıydın, sana delicesine
aşıktım. Ama sen görmüyordun. “Sonsuza kadar en iyi arkadaşlar,” demiştin bana.
Beni asla kendi yaşında
bir kadın olarak görmeyeceğini düşünmüştüm. Çıktığın tüm kızları dinlemek
zorundaydım. Büyükannesinden sigara çalan o korkunç kızıl saçlıyı hatırlıyor
musun? Eminim akciğer kanserine yakalanmıştır.
“En iyi arkadaşlar,”
demiştim ben de sana. Beraberdik, ama tamamen ayrıydık.
Beni görmeni nasıl sağlayabileceğimi
merak ederdim. Neler hissettiğimi sana söylemeli miydim? Sessiz kalmalı ve fark
etmeni mi ummalıydım?
Ama sen benim yerime seçim
yaptın: orduya girmek için ayrıldın. Böylece ben de Barış Gönüllüleri’ne [3] katıldım, senin yaptığının tam zıttı. Bu bizi bir mıknatıs gibi tekrar bir
araya getirdi. Bu nedenle San Francisco’da beraber yaşamaya başladık. Ev
arkadaşları ve sevgililer.
Bunu o zamanlar
bilmiyordum elbette. Bunların hepsini Alpha Centauri’ye [4] olan
yolculukta anladım.
Birbirinden ayrı iki
mıknatıs, birbirlerine güç uygulamaya devam ediyorlar. Güçleri aralarındaki
boşlukta yatıyor.
***
Einstein hiçbir şeyin ışık
hızında hareket etmediğini, çünkü cisimler ne kadar hızlı olursa ağırlıklarının
da o kadar artacağını söyler.
Ben hızlandıkça her şeyin
daha da ağırlaştığı doğru: yirmi yıl boyunca çocuk yetiştirme ve fotoğraf
kariyerimi bir jonglör gibi aynı anda sürdürmeye çalışmak, bir evliliğin
ağırlığını bireysel bağımsızlığımla dengelemek. Ama ağırlık görecelidir, Dünya’da
ağır olan şey Ay’da hafiftir ve Jüpiter’de devasadır. Ancak kütle aynı kalır. Şeyler
ne kadar çok değişirse o kadar aynı kalırlar.
Ebeveynlerimin
hayatındaki değişimleri –ve daha az sene içinde şimdiden ne kadar fazla şey
gördüğümü– düşündüğümde Moore Yasası [5] aklıma
geliyor.
Her sene dünyam ikiye
katlanıyor. Galileo eski İtalya'da bir yerlerde teleskopuyla gökyüzünü
araştırıyor ve hayatının neden olması gerektiği kadar dolu hissettirmediğini
merak ediyor. Çünkü dört yüz yıl sonra hepsine ben sahibim, onun ve milyonlarca
başkasının hayatına.
İkiye katlanma dizisi
daha önce bunu hiç düşünmemiş insanları şaşırtır.
***
Reno, demiştin bana bir seferinde.
Reno, Nevada. San Francisco'da, Mission Bölgesi’nde bir tako restoranının üzerindeki
o küçücük dairede yaşarken. O sohbeti hatırlıyor musun? Çöplükten kurtardığın o
iğrenç kahverengi kanepede oturuyorduk. Mikrodalgada yemek ısıtıyordun ve oda
köri kokuyordu. Bütün şehri sis sarmıştı ve ikimiz de eski kazaklar giyiyorduk.
Reno’nun alakasını henüz bilmiyordum.
“Eğer ayrılırsak,” dedin.
“Neden Reno?”
“Denizden uzak. Büyük
deprem Körfez’i vurduğunda Reno güvenli olacak. Veya bir füze saldırısı falan
olursa. Kimse Reno’ya saldırmaz.”
“Paranoyaksın,” dedim.
Omuz silktin. “Farkındayım.”
Altı aydır beraber
yaşıyorduk. İyi ev arkadaşları olmuştuk, ikimiz de gürültülüydük ve derli toplu
değildik. Çöpü sen çıkarıyordun ve postaları ben düzenliyordum; ikimiz de
gerektikçe bulaşık yıkıyorduk, daha sık değil. Buzdolabına yaslanmış duran su
kayağını ya da pizza lekeleriyle kaplı halının üzerine yığılmış fizik
kitaplarını umursamıyordum. Sen de ne kadar sessiz olmaya çalışırsam çalışayım
kapıları ve çekmeceleri daima çarparak kapatmamı umursamıyordun. İyi bir
anlaşmaydı. Ancak istediğim şey değildi.
Tabi ki beni sevdiğini
biliyordum. Bana baktığında gözlerinde yazılıydı, net cevabı olmayan bir fizik
problemi. Karşı konulamaz bir kuvvet, hareket ettirilemez bir cisimle
karşılaşırsa ne olur?
Karşılaşırlar. Bildiğimiz
tek şey bu. Birbirlerine göre temas halindedirler. Cismin veya kuvvetin içindeyken
hareket halinde olup olmadığınızı anlamanın imkânı yoktur.
***
Bir süreliğine Plüton’una
Charon [6] oldum,
sonsuza dek birbirimizin yörüngesinde dönerken aynı yüzleri gösterdik birbirimize.
Ve tüm bunlar boyunca
beni hala bir ay, kendini ise gezegen olarak düşündün. Ama o kadar kolay değil.
Yörüngemiz değişken, daireler arasında bir elips, muntazam bir güneş sisteminde
sıra dışı bir desen. Çok uzaklardaki güneşi görüyor musun? Yörüngemiz güneşe
yaklaştığında bile ışığının bize ulaşması saatler sürüyor. Bizi esir tutan bir
merkez noktası. Uzayın içine uçmamak için etrafında daire çiziyoruz. O bir
referans noktası ve bize daima hareket halinde olduğumuzu kanıtlıyor.
Diğer her şeyle birlikte
hareket etmeyi sürdürüyoruz. Nerede veya nasıl olduğunu göremesek bile.
***
Bir araya geldiğimizde
her şeyden çok elverişli olduğu içindi.
Yaptığımız buydu: seks,
kavga etmek, ayrılmak, başkasıyla tanışmak. Ve yeni ilişki tıpkı parlayıp yok
olan bir magnezyum şeridi gibi tükendiğinde, tekrar birbirimizi bulurduk.
Aramızdaki en iyi şey
seksti. Kavga ederdik –ah kesinlikle kavga ederdik– ve sonra barışma seksi
gelirdi. Sert, ateşli ve şiddetli. Beni hazır olma noktasına getirirdin –beni hazırlardın– ve sonra hemen ardımdan
bitirirdin. İkimiz birlikte çökerdik, birbirimizin çekim kuyusuna hapsolurduk.
Uyuduğunda su kayağından sertleşmiş,
nasır tutmuş parmaklarını ve ayağındaki yapıştırılmış kesikleri okşardım. Bir
sonraki kavgamızı düşünürdüm ve bedenim seni isteyerek ürperirdi.
“Seninle evleneceğim,”
demiştin bir defa, “eğer başka kimseyi bulamazsan.”
Dalga geçtiğini düşünüp
gülmüştüm. Doğru düzgün evlilik teklifi bile edemiyordun.
Çürüyen bir yörüngedeki
son itişti. Son çare seçeneğin ben değildim. Bunu söylediğin andan itibaren
yolumuzun aşağı doğru gideceği garantiydi, hesaplanabilirdi. Telefon faturası, artık
Çin yemeği ve temizlenmemiş kırık bir tabak yüzünden kavga ettik. İzafiyet
mekiklerini tamir edeceğin yeni işinden bahsettiğinde gizlice sevinmiştim. İşin
seni Reno’ya götürecekti. Yolumdan çekilecektin.
***
Seni, bizi tamamen
aşmıştım, ya da en azından sen gittiğinde öyleydim. İyileşme sürecindeydim,
yeni birine hazırdım.
Gunther, Alman mühendis,
senin olmadığın her şeydi. Böylece onunla evlendim. İlk birkaç basamağını
öğrendikten sonra gerisi tahmin edilebilir bir desende tekrarladı. İki oğlumuza
harika bir baba oldu. Oğullarımı büyütürken bazen seni düşündüm, rasyonel
dünyalarında mükemmel kareler. Seni hiç unutmadım.
Genetik sayesinde Gunther’in
kalp problemlerini daha ortaya çıkmadan biliyorduk. Benimle yirmi beş yıl
geçirdi, sonra sessizce çekti gitti. Çocuklarım artık kendi ayakları üzerinde
durabiliyordu, zamanım ve param vardı. Mantıksız bir seçim yapmakta özgürdüm ve
bu yüzden su kayağına başladım.
Geri döndüğünde kapıma
gelmene şaşırdım ve beni istemene daha fazla şaşırdım. Benimle, otuzlarında
ateşli bir gencin bu kurumuş yaşlı hanımla kalacağını düşünmemiştim,
Olgunluğumu sevdiğini, beni seksi bulduğunu söyledin durdun. Ama benim için
farklıydı. Seni çocuklarım gibi görüyordum. Bir eşten daha çok bir oğul gibi.
Eğer başka kimseyi bulamazsam.
Bu berbat bir evlilik
teklifi. Bir kadına ona katlanmak zorunda kalıyormuşsun gibi hissettiriyor.
Başka birini buldum. Sen sadece
birkaç ay yaşarken ben onunla yirmi beş mutlu sene geçirdim. Yılların
ağırlığını, eşiyle onlarca yıl inşa eden bir kadının, çocuklarını yetiştirerek
kendini yenileyen bir annenin ağırlığını biriktirdim. Tüm bu ağırlığı elde ettim,
yeni bulunan göbeğimden bahsetmeye gerek bile yok.
Ama yine de seninle
evlendim. Benimle olmak istediğini söyledin. Son günlerdeki bütün düşüncelerin
sana böyle söylüyordu. Yaşımın bir önemi yoktu; beni, bunca zaman sevdiğin
kadını hala istiyordun. Böyle söyledin.
Bana gelince, artık hep
istediğim şeye sahiptim. Ama olacağını düşündüğüm şey değildi.
Bir gece, kumsalda
sevişmemizden sonra yıldızları izledim. Milyonlarca yıl öncesinden gelen ışıkla
parladılar. Yıldızlar bize ayrı kaldığımız zamanı teklif ettiler. Bu yüzden
sahip olduğum her şeyi sattım, senin gördüğünü görmek için.
Yeni izafiyet mekikleri
seninkinden çok daha hızlıydı ve artık turistlere de açıktı. Sonuçta burada
kırk yıl geçmişti. Bir not bırakmadığım için üzgünüm.
Her şeyin göreceli
olduğunu anladım.
***
Gunther bana karşı hep
sabırlıydı. Yavaştı. Benim için bir arabanın kapısını açık tutuyormuş gibi
orgazm olmamı beklerdi ve sonra kendi çabucak ve sessizce bitirirdi. Bazen
işleri daha heyecanlandırmak için senmişsin gibi davranırdım. Bir seferinde
Albert Einstein’mış gibi davrandım. Yemin ederim aksan yüzündendi.
Elektromanyetik çekim seninle
beni birbirimize bağladı. Kısa süreliğine iyonlaşabilir, diğer molekülleri
ziyaret edip zayıf bağlar kurabilirdik; ancak her seferinde, sonsuza dek
birbirimizin etrafında dönmek üzere tekrar bir araya geldik.
Bir elektron ve bir
proton. Sen ve ben.
Uzun bir süre etrafında
vahşi desenlerle dönen elektronun ben olduğumu düşündüm. Sonra elektronun sen
olduğunu fark ettim. Çünkü nerede olduğunu ya da ne kadar hızlı gittiğini her
zaman biliyordum, ancak ikisini birden asla.
***
Böylece seni bıraktım ve senin
yaptığın gibi yıldızlara gittim. Alpha Centauri! Aklıma kazınan görkemli
yıldız. Benim için bir tatil gibiydi, Dünya’dan uzak kısa bir zaman. İlk defa
ışıkları yakından gördüm. Lüks gemi ışık hızının %99’una ulaştı. Senin
gittiğinden, öncekinden çok daha hızlı.
Geri döndüğümde ölmüş
olacağını farz ettim. İşleri basitleştirdi. Kavgayı sona erdirdi. Her zaman
istediğin gibi kül olacaktın. Bedenini görmek zorunda dahi kalmayacaktım. Görüş
alanına bakarken düşündüm ve fark ettim ki hala seni düşünüyordum. İşte o zaman
anladım ki ne kadar uzağa ya da ne kadar hızlı gidersem gideyim, sana her
şekilde cevap veriyordum.
Her eylem eşit ve zıt bir
tepki üretir. Bağımız beni geri çekiyor ve seni seviyorum.
***
Seni sevmemin nedenleri:
1. Evet.
2. Tekrar evet.
3. Çünkü sen sensin.
Belki de bunların hiçbiri
aşk değil, ancak bunlar fiziğin kuvvetleri. Ve eğer aşk fiziğe tabi değilse o
zaman bizim evrenimizde de bir temeli yoktur. Bunun doğru olduğuna inanamam.
***
Tam ben geri dönmüşken
sen tekrar terk ettin, bir metal topun diğerini takırdatması gibi, kinetik
hareket oyuncağımızın zıt tarafı. Işık hızının %99,38’iyle hareket ederek Andromeda
Galaksisi’ne [7] gitmiştin.
Gerçekten de daha basit.
Ben altmış sekizdim. Sen yoktun.
Devam etmenin zamanıydı.
Ayrıldığımdan bu yana dünya
değişmişti. İnsan ömrü 150 yıla kadar uzamıştı. Bunun mümkün olduğunu hayal
etmemiştim. Müzik, sanat ve hayal ettiğim her şey için onlarca yılım vardı.
Sağlığım iyiydi. Kötü huylu bir göğüs tümörünü öldürdüler ve bana iki defa yeni
karaciğer ürettiler, ama bunun dışında vücudum yıllarca çalışmaya devam etti.
Ama sinir sistemi felcim tedavi
edilemezdi. Bir tedavi bulacaklarını umarak kriyojenik dondurmayı [8] tercih
ettim. Eğer şimdiden yıllar sonra bulurlarsa, beni diriltecek ve
iyileştireceklerdi.
Heyecan vericiydi. Noel
gününün neler getireceğini bilemeden Noel arifesinde uykuya dalmak gibi zor
olup olmayacağını merak ettim. Ama elbette donma aniydi. Dondurucu bölmeye
uzanırken kendi kendime düşündüm: Reno. Felaket vurduğunda buraya gitmem
gerekiyordu. Seni düşünüyordum.
Ve sonra dondum, Charon
ve Plüton gibi.
***
Eğer saatte 50 mil hızla
3:00’te Philadelphia’dan çıkan bir trensem ve sen de aynı raylar üzerinde saate
55 mil hızla 4:00’te San Francisco’dan çıkan bir trensen ne zaman çarpışıp
birbirimizi yoldan çıkaracağız?
Daha da önemlisi, eğer
ışık hızında hareket edersek ve sana doğru bir ışık tutarsam, gözlerini kırpıştırıp
seni kör etmeyi bırakmamı mı söyleyeceksin yoksa çok geç olana kadar geldiğimi
görmeyecek misin?
Eğer Einstein trenimizin
yanında uçuyor ve bir aynaya bakıp yansımasının nereye gittiğini merak
ediyorsa, ona herhangi bir şeyin sabit durup durmadığını veya her şeyin sürekli
hareket halinde olup olmadığını soracak mısın? Diğer her şeye göre tabi ki.
Ve Reno’yu sor. Eğer
trenlerimiz orada çarpışırsa hareket etmeyi bıraktıklarını düşünmeli miyiz? Ya
da evrendeki diğer her şeye göre Dünya’da hala hareket halindeler mi?
***
Sen hariç herkes aynı
gelecekte birleşmişti. Zaman çok hızlı hareket eder, sırada ne olduğunu hayal
dahi edemeyeceğimiz bir noktaya dek hızlanır. İyileşmeyi umarak uykuya daldım. Bunun
yerine YZ beni uyandırdı ve artık bedenime ihtiyacım olmadığını söyledi.
Zihnimi yükledi ve artık görüyorum. Sen ve ben bir güneş sisteminin
parçalarıyız ama ayrıksıyız ve şimdi nereye ait olduğumuzu biliyorum. Devreler
boyunca seyahat etmek, zihnimi ağdaki her yere genişletmek benim için kolay. Sonra
kendimi burada, sanal bir şehrin köşesinde, evrende ihmal edilebilecek kadar
küçük olacak şekilde yoğunlaştırıyorum.
Görüyorum ki peşinden ışık hızının %99,99’uyla hareket eden bir gemi göndermişler. Eninde sonunda sana ulaşacak. Seni yükleyecekler ve geri bana uçacaksın. Buraya, ait olduğumuz yere. Galiba yörüngenden asla ayrılmayacağım.
***
Tüm bunları açıklamak için sana uzun bir mesaj yazdım ama sanırım hepsini sileceğim ve sadece beş kelime bırakacağım. Kalanını ulaştığında, sürekli hareketimiz göreceli olarak duraksadığında söyleyeceğim.
Yorumlar
Yorum Gönder