Ana içeriğe atla

Kuzey Rüzgârı Uğuldadıkça - Yu Hua

Güneş ışığı pencereden içeri sızdı ve pantolonumun asılı durduğu sandalyeye doğru ilerledi. Yatakta yarı çıplak uzanıyor, sağ gözümün kenarındaki çapağı ovuşturuyordum. Ben uyurken birikmiş olmalıydı ve orada kalmasına izin vermek uygunsuz görünüyordu. O esnada sol gözüm boştaydı, ben de ona pantolonuma bakma görevini verdim. Pantolonumu bir önceki gece çıkarmıştım ve sandalyenin üzerine, ceketimin yanında buruşmuş ve kırışmış olarak yattığı yere öylece attığım için şimdi pişmanlık duyuyordum. Sol gözüm onu incelerken uykudayken bir yılan gibi deri değiştirip değiştirmediğimi merak etmeye başladım, çünkü ceketim ve pantolonum öyle görünüyordu. Bu noktada bir damla güneş ışığı pantolonumun bacağına ulaştı; sıçrayan ışığın oluşturduğu küçük leke bana altın bir pireyi çağrıştırdı. Bu yüzden her yerim kaşınmaya başladı ve kaşınarak boştaki sol elimi işe yarar hale getirdim.

Biri kapıya vuruyordu.

Ama kim olabilirdi ki? Buraya gelmek için bir sebebi olan tek kişi bendim ve ben de zaten buradaydım. Bu nedenle kapıyı görmezden gelmeye karar verdim ve kaşınmaya devam ettim. Şimdi de kapı, sanki çökmek üzereymiş gibi muazzam bir gürültü çıkarıyordu. Dışarıdaki kişinin kapıya eliyle değil de ayağıyla vurduğunu fark ettim ve ben bir karşılık düşünmeye zaman bulamadan kapı bana doğru şok dalgaları gönderen bir çarpışmayla yere düştü.

Yüzünde bıyığıyla kaslı bir adam yatağıma doğru hamle yaptı. “Arkadaşın ölüyor ve sen hâlâ kalkmadın mı?” diye bağırdı.

Bu adamı daha önce hiç görmemiştim. Sordum, “Yanlış adrese mi geldiniz?”

“İmkânı yok,” diyerek cevapladı.

Kaygısızca kendine güveniyor olması bir şekilde yanlış yatakta uyumuş olup olmadığımı merak etmeme neden oldu. Yataktan atladım ve kapının üzerindeki numarayı kontrol etmek için koridora koştum. Ama tabi ki kapı şimdi dairemin zemininde uzanıyordu. Üzerindeyse “26 Hongqiao New Village, Daire 3” yazılıydı.

“Az önce tekmeleyip devirdiğiniz kapı bu mu?” diye sordum.

“Evet, bu,” dedi.

Yani burası benim dairemdi. “Kesinlikle yanlış yere geldiniz,” dedim ona.

Şimdi de benim kendine güvenen tavrım onun aklını karıştırmıştı. Bir an için gözlerini bana dikti. “Yu Hua mısın yoksa değil misin?”

“Evet, oyum,” dedim, “ama sizi tanımıyorum.”

Öfkeyle kükredi. “Arkadaşın ölüyor!”

“Ama benim hiç arkadaşım yok ki!” diye kükredim ben de.

“Bu saçmalık, seni küçük budala!” Düşmanca baktı.

“Budala değilim,” dedim. “Odamı dolduran kitapları bunun kanıtı olarak görebilirsiniz. Eğer bu adamı benim sırtıma yüklemeye çalışıyorsanız kesinlikle reddediyorum, çünkü tek bir arkadaşım dahi olmadı. Ancak—” Sesimi yumuşattım. “Ancak onu Daire 4’teki komşuma bağışlamaktan çekinmeyiniz. Bir sürü arkadaşı var ve içlerine bir tane daha atarsanız aldıracağını sanmıyorum.”

“Seni dönek küçük budala!” Bacağım kadar kalın kolunu uzattı ve saçımı çekmeye çalıştı.

Çaresizce bağırarak yatağın köşesine geri çekildim, “Bir budala değilim ve bunu kanıtlayacak kitaplarım var.”

Sağlam, soğuk eliyle çelimsiz, sıcak ayağımı yakaladı. Sonra beni yataktan dışarı sürükledi ve yere fırlattı. “Acele et ve giyin,” dedi. “Aksi takdirde seni bu halinle oraya kadar sürükleyeceğim.”

Bu adamla daha fazla tartışmanın anlamsız olduğunu biliyordum, çünkü benden en az beş kat daha güçlüydü. “Ölmekte olan bir adamın beni görmek istemesi olarak düşünülürse,” dedim ona, “elbette mutlulukla gelirim.”

İşte böyle, bu rezil sabah bir kas yığını kapımı tekmeleyip devirdi ve sahip olmakla hiç ilgilenmediğim bir arkadaşı bana yük etti, hem de neredeyse ölmek üzere olan bir arkadaşı. Üstelik kuzey rüzgârı dışarıda bir ölüm perisi [1] gibi uğulduyordu. Bir paltom ya da atkım, eldivenim ya da şapkam yoktu; hakkında hiçbir şey bilmediğim bu arkadaşı ziyarete giderken giydiğim tek şey ince bir ceketti.

Sokağa çıktığımızda kuzey rüzgârı beni ve bu koca adamı bir ağacın yapraklarını uçururmuş gibi hızla arkadaşın evine uçurdu. Çelenkler kapının önünde yığın olmuştu. Koca adam efkârla bana döndü, “Arkadaşın öldü.”

Bunun sevinecek mi yoksa kederlenecek mi bir şey olduğunu düşünecek vaktim olmadan önce, koca adamın beni ittiği doğrultuda bir koronun yüksek sesle ağladığını duydum.

Gözü yaşlı bir erkek ve kadın kalabalığı etrafımı sardı. “Metanetini yitirme,” dediler endişeyle.

Tek yapabildiğim başımı sallamak ve üzgün görünmek oldu, çünkü gerçekten söylemek istediklerimi söylememin artık bir anlamı kalmamıştı. Başsağlığı dileklerine minnettarlığımı göstermek için nazikçe omuzlarına vurdum.

Sonra yaşlı bir kadın öne doğru sendeledi ve yüzünden yaşlar akarken elimi tuttu. “Oğlum öldü,” diyerek hıçkırıklara boğuldu.

“Biliyorum,” dedim. “Bu kadar ani olduğu için çok üzgünüm.”

Yorumum göz pınarlarını iyice açtı ve feryatları şimdi o kadar keskindi ki saçlarım diken diken olmuştu.

“Lütfen metanetini koru,” dedim.

Ağlaması biraz yatışmış gibiydi ve elimle gözyaşlarını silmeye başladı. Sonra kafasını kaldırdı ve dedi ki, “Senin de sakin kalman lazım.”

Onaylayarak başımı salladım. “Öyle yapacağım. Kederi güce dönüştürmeliyiz.”

Başını salladı. “Oğlum sen buraya gelemeden gözlerini kapattı. Onu suçlamıyorsun değil mi?”

“Hayır, bunu asla yapmam,” dedim.

Yeniden hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir süre sonra konuşacak kadar kendini toparladı, “Sahip olduğum tek erkek çocuktu, ama öldü. Artık sen benim oğlumsun.”

Kendi gözyaşlarımı silme bahanesiyle çaresizce çekiştirerek nihayet elimi geri alabildim, gerçi hiç gözyaşım yoktu. “Aslında ben de seni uzun zamandır annem olarak görüyordum,” dedim. Bunu söylemekten başka seçeneğim yoktu.

Beni başka bir odaya götürdü. “İçeri gir ve oğluma biraz eşlik et.”

Oda, beyaz bir örtünün altında bir yatakta yatan adam dışında boştu. Yatağın yanındaki sandalye benim için hazırlanmış gibiydi, ben de oturdum.

Adamın neye benzediğini görmek için örtüyü kaldırmadan önce orada hayli uzun zaman oturdum. Yaşına dair çok az işaret içeren soluk bir yüz ilişti gözüme, daha önce hiç görmediğim bir yüz. Örtüyü geri örttüm ve düşündüm de demek arkadaşım bu.

Orada, yüzünü yeni gördüğüm ama anında unuttuğum cesedin yanında oturdum. Her ne kadar adamın ölümü beni kabul etmeyi reddettiğim bir arkadaşlıktan kurtarmış olsa da sırtımdaki yükü rahatlatmamıştı, çünkü annesi onun yerini almıştı: tanımadığım yaşlı bir kadın annem olmuştu. Bundan sonra ne yapmam gerektiği açıktı: büyük bir çelenk almak için yirmi yuan sökülmeliydim; yas tutmalı ve tabutunun başında nöbet beklemeliydim, bir kolum küllerinin olduğu vazoya sarılıyken diğeriyle annesini destekleyip sokaklarda gösteri yapmalı ve ağlayıp feryat etmeliydim. Ve tüm bunlar bittikten sonra her nisan ayında mezarını süpürmem lazımdı, yarım kalmış işlerini sürdürmekten ve evlatlık bir oğlun görevlerini yerine getirmekten bahsetmiyorum bile. Ama yapılacak ilk -ve bana kalırsa en önemli- şey koca adamın devirdiği kapıyı tekrar yerleştirecek bir marangoz bulmaktı. Ne var ki şu an yapabileceğim tek şey bu kahrolası cesetle beraber kalmaktı.

Yazar: Yu Hua
Çinceden İngilizceye çeviren: Allan H. Barr
İngilizceden Türkçeye çeviren: Burak Mermer
Kaynak: The New Yorker


[1] İngilizce çeviride kullanılan kelime Banshee olup, kendisi Kelt folklorunda yer alan ve sesi duyulduğunda birinin ölümünü haber verdiği düşünülen doğaüstü bir yaratıktır.

Yorumlar